Emrulevvel

"…فَاعْلَمْ أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ" İlk Emir الأ مر ألأول Emrul Evvel

“Dinin hikmeti” ya da “şeraitin sırları” ilmi, İslam’ın açıklanması ve yorumlanmasından doğan bir bilimdir. Bu bilim, dini öğretilerin gerisindeki hizmetleri araştırmayı ve içerisinde gizli olan yararların ortaya çıkarılmasını hedeflemektedir.
Hacc ibadetinin, erkân ve vecibelerini belirleme ve edâ etme şeklini açıklamak “fıkıh”tır. Ama haccın yararlarını açıklayarak: “Hacc”, Allah’a ibadet mihveri çerçevesinde “imani hareket” ehlinin evrensel bir toplantısıdır” denilirse bu, dinin hikmeti ilmiyle ilgili bir ifade olur.
İslami bilimler çoğunun, İslamla birlikte ortaya çıkıp, daha sonra da geliştikleri gibi dinin hikmetiyle ilgili bilim de, bu dinin ortaya çıkmasıyla birlikte doğmuş, ümmetin bilgin ve düşünürleri tarafından sevilip işlenmiştir.
Bu konudaki bilgilerin büyük bir kısmı, İslam kültürünü işleyen kitaplarda anlatılmıştır. Fakat bizzat bu konunun kendisini işleyen kitaplar çok azdır.
İslami veya gayri İslami bilimlerden herhangi biri hakkında yüzlerce kitaba işaret edebilmemiz mümkündür. Ancak “dinin hikmeti” konusunda durum tamamen değişiktir. Belki de, İmam Veliyullah Dehlevi’nin “Hüccetullahi’l-Baliğa” adlı kitabı bu bağlamdaki gayretlerden en barizidir. Fakat bu eser dinin hikmeti ilminin tek bir yönüyle ilgilidir.
Kişi, bu gayretlere bir göz attığında görür ki “dinin hikmeti” bilimi, ümmet bilginlerinin çabalarında en az payı olan ve çok ender önem verilen bilimlerdendir.
Dinin hikmeti iki kısımdır:
1.Dinin cüz’i kısımlarından her birinin hikmetlerini oldukları gibi teker teker inceleme. Namaz, oruç ve cihad’ın hikmetinin araştırılması gibi. “Dinin hikmeti” etrafındaki İslami çalışmaların çoğu, yalnızca bir yönü işlemektedir. İslam ahkâmının hikmetlerini, çeşitli başlıklar altında tek tek açıklamaya önem verilmiştir.
2.Bütünüyle ve toplayıcı nitelikleriyle dinin hikmetinin incelenmesi: Bu boyutta; dinin bütün cüz’i kısımlarını bağlayan toplayıcı bütünsel hikmet araştırılır. Bu nedenle de din, birbiriyle bağlantılı bir bütünlük içerisinde sunulur. Bu hikmete dayalı bütünlüğün ortaya koyduğu açıklama çerçevesindendir. Her birinde cüz’i kısımlarını Allah’ın kendisiyle topladığı hikmet açıklanır.
Çağdaş bazı yazarlar, bu tür çalışmalara önem vermişlerdir. Kendi anlayışları ışığında dini “toplayıcı- bütün” olarak yorumlamaya başladılar. Çünkü hikmete ilişkin yorumun, araştırmacının gözünde parlak ve güzel bir görünüşü vardır. Nasıl herhangi bir ideoloji, eksiksiz bir teori şeklinde sunulduğunda dikkatleri üzerine çekerse, bu tür çabalar da dikkatleri üzerlerine çekmişlerdir.
Bu gibi yazarların davetlerine ciddi olarak bağlanan taraftarların bulunması pek de garip değildir.
Bilinmektedir ki, toplumsal bir bütün haline getirilmiş fikirlerin tamamının doğru olması zorunlu değildir.
Bir düşünce grubunda bir araya gelebilen çeşitli cüzlerin bütünü yalnızca tek tek bu düşüncelerin birer gerçek olduğuna delildir. Bununla birlikte gerçeklerden derlenen bu yapının, sağlıklı bir düzenin olmaması büyük bir ihtimaldir. Cüzlerin her biri gerçek olabilir. Onları toplayıp -bir araya getirme yöntemi ise, bu toplamayı yapan aklın becerisinden başka bir şey değildir.
Bir kazı sırasında taşlaşmış kemiklerin ortaya çıkması mümkündür. Buradan toplanan kemikleri alarak birbirilerine bağlayıp belirli bir iskelet oluşturmak, sonra da iskeletin tarihte bir dönemde yaşamış belirli bir hayvana ait olduğunu ilan etmek de mümkündür.
Zahirde iddianın delile dayandırıldığı sanılacaktır. Doğal seleksiyonu inceleyenler, bu gibi varsayım iskeletlerin birçok bilginleri kandırıp- aldattığını biliyorlar. Bu bilginler bir varsayım olan evrim teorisini hakikat derecesine çıkarmışlardır.
İskelet ve kemiklerdeki bu gibi düzenlemeler gerçek değil aksine düzmece oldukları çoğu kez ispatlanmıştır. Çoğu zaman kişi, dağınık parçaları birleştiriyor ve belleğinde oluşan varsayımlar doğrultusunda gerçekle hiçbir ilgisinin olmamasına rağmen ona belirli bir şekil veriyor. Yani parçalar belirli bir şekil ve iskelete iliştiriliyor, sonra da sırf varsayımlarla başka bir şekil ve iskelet olarak algılanıyor. Örnek olarak, bilginler “Piltdown Man” in insan iskeletinin en eski örneği olduğuna inanıyorlardı. Yapılan deneyler sonunda bu iskeletin tarih öncesinde insanla hiçbir ilişkisi olmayan düzmece bazı kemiklerin bir araya getirilmesinden başka bir şey olmadığı sonucuna ulaştılar.
Bizim durumumuz da aynı şekildedir. “Din”i açıklamaya yönelik bu yanlış tefsirlerden biri; toplayıcı bütünlük niteliğiyle dinin mütekâmil şeklinin yerine geçmiştir. Bu tefsir/yorum bu şekliyle dinin bütün cüz’i kısımlarını kullanmıştır. Ancak bu sentezde köşe taşı olan temel düşünce sahih- geçerli düşünce değildir.
Bu şekliyle olayın gerçek dinle ilişkisini kurmamız şöyle mümkün olabilir: Bir evi yıktırdığımızı düşünelim. Sonra tuğlasını, kerestesini, taşlarını ve demirlerini, eski evin planından değişik bir mimari planın ışığında yeni evin binasında kullanalım. Yeni ev, eski evin malzemelerini içermesine rağmen o, eski şeklinden değişik bir mimari şekli temsil edecektir. İşte bu az önce işaret edilen tefsir/yorum sahiplerinin düştüğü hatadır. Dinin cüz’i kısımlarını kullanarak yeni ve kapsamlı bir sistem ortaya koyan bu tefsir/yorum, tamamıyla gerçek/sahih dinin cüzlerinden oluşmasına rağmen, dini ruhun hiçbir kısmına uyum sağlamaz. Bu yüzden yeni tasarım, dinin doğru tasarımıyla çatışır.
Bu yorum/tefsir, dinin çeşitli cüzleri arasında kapsamlı hikmeti araştırmıştır. Sonra din öğreti ve hükümlerinin tamamını bu kapsamlı hikmet ışığında yorumlamaya çalışmıştır. Bu kapsamlı hikmet ise “sistem” düşüncesidir. Yani İslam, kapsamlı tam bir hayat sistemidir. Dinin cüz’i kısımlarının hepsi de bu düşünce altında birbiriyle bağlantılıdır.
Bu yorumun sahibi şöyle diyor: “İslam; bireysel, toplumsal ve fizikötesi sorunların tamamını düzenleyen bir hayat sistemidir. İslam, bütün bu sorunları akla ve fıtrata/yaratılışa uyumlu olarak çözümler.” İslam’a “Hayat Sistemi” dememiz hatalı değildir. Ancak hayat sistemine, dinin bütün cüzleri arasında birleştirici bir rol vermek ise hatadır. Bu düşünce, dine “hayat sistemi” diyen önceki düşünce ışığında dini ele almaktır. Bu düşünce sahiplerine göre asıl olan şey “sistem” olup, bu ise dini unsurların aslıdır. Buna karşın dinde asıl olan şey, kul ile Rabbi arasındaki ilişkidir. Din; soyut anayasal, kanuni, siyasi ve diğer düzenler aldatıcılında bir düzen değildir. Aksine o, kulun Allah ile olan manevi ilişkilerinin görüntüsüdür. Aslında din, uygulanması anında bütününe “hayat sistemi” denilmesi mümkün olan birçok unsurları kapsamaktadır. Ancak bu, yalnızca dinin dışa yansımalarından bir görüntü ve gerçeklerden bir gerçektir. Yani dinin niteliklerinden izafi olanıdır ve kesinlikle temel nitelikli değildir.
Dini “sistem/nizam” düşüncesi ışığında incelemeye çalışanlar, insanı incelerken, insanın sosyal bir hayvan olduğunu ileri sürenlerin düşmüş oldukları hataya aynı şekilde düşmüşlerdir. Ancak bu nitelik, insanın temel niteliği değildir. Sosyal olması insani varlığını kendisiyle tamamladığı yönlerden bir yöndür. İnsanın temel niteliği; ruh ve irade sahibi bir yaratık olmasıdır. Ama sosyal niteliği ve diğer nitelikler ise; bunların bütünü bu temel niteliğin kapsamı dışındadır. “İnsan sosyal bir hayvandır” sözü, insanın sosyallik yönünün ışığı altında anlaşılmasının mümkün olduğunu esas olan düşüncenin ürünüdür. Bu temel düşünce üzerine, insani niteliklerin tamamı bu asıldan ayrılacak ve bu temelin parçalarından birer parça olacaktır. İnsan yapısının bu yorumu insan için mutlaka gerekli olan bütün niteliklerin sosyal niteliğe tabi olmasını gerektirir. Örneğin insanın sosyal bir hayvan olması, beden ve ruh şeklinde ortaya çıkmasını zorunlu kılar. İnsan ruh ve bedenden bu amaçla yararlanır. Bu durum insanın siyasi bir fikrinin olmasını gerekli kılar. Bundan dolayı onun kafasında siyasi bir düşünce bulunur. Yine bu ana düşüncenin, sosyal hayvanın evrenle ilişkisini de tefsir etmesi gerekir. Bu nedenle de, buna has bir felsefe oluşmaya başlar.
İnsanın dış görüntüsünü esas alan bu yorum, neticede insanın bütün hayatını işlemekte ve eksiksiz bir yorum olarak görülmektedir. Ancak iyice tetkik edilirse çeşitli hatalar ortaya çıkar:
1.Bu yorum ışığında insanın temel niteliği uygarlaşmasıdır. Diğer unsurlar ise, bu temel niteliğe bağımlı bir konuma oturtulmasıdır. Bu, insanın temel niteliğinin ruh sahibi olmasına rağmendir. Diğer bütün nitelikler bu aslın görüntüleri, ekleri ya da gerekleridir.
2.İnsandan istenilen şey, insana bakışın değişmesiyle değişmiştir. Bu yorumun ışığında asıl olarak insandan istenilen şey, onun uygarlaşmasına yardımcı olacak her şeydir. Hâlbuki ondan istenilecek şey, uygarlığa ulaşmak için değil, ruhani bir varlık olması esasına dayanarak istenilmesidir.
3.İş, burada da kalmıyor. Aksine, pratik boyuttan hayata baktığınızda her şeyin gizlendiğini göreceksiniz. İnsanın bütün enerjisinin ve görüntüsünün kaynağı ruhtur. Bu nedenle de insan hayatında önemli bir sonucun oluşumu ancak, bu sonucun kaçınılmazlığı ve varlığa dair güvenin, insanın nefsinde ve derinliklerinde yerleşmiş olan bir itikada dayandırıldığında mümkün olur.
İşte yukarıda sözünü ettiğimiz İslami yorumda bu hatalara düşülmüştür. Bu yorum “sistemi” dini yapının mihveri ve onun kapsamlı hikmeti saymıştır. Dolayısıyla da “sistem” bu tefsirde İslam’ın birinci niteliği olmuştur. İslam’ın anlaşılması ancak “sistemin” ışığı altında mümkün olmaktadır. Sonuç olarak; dinin cüz’i kısımlarının tamamının bu kapsamlı yorumda bulunmalarına rağmen, gerçek yerlerinden uzaklaştırılmıştır. İslam’ın bütün rükünleri bu yorumun parçalarıdır. Fakat hepsi bu nizama -sisteme tabi kısımlar olmuştur. Akaid bu yorumdan bir parçadır; çünkü o, bu hayat nizamının “fikri temeli”dir. İbadet bu yorumun bir parçasıdır. Çünkü o, bu dava erlerinin hazırlanması için “terbiye metodu” dur. Toplumsal ahlak çevresindeki İslami hükümler bu yorumdan bir parçadır. Çünkü bunlar, sosyal hayatlarında dava erlerinin gözettiği “ahlaki kanunlar” dır. Hadler (cezalar) ve kanunlar bu yorumun bir parçasıdır. Çünkü o nizama -sisteme ezici ve otorite sahibi idari niteliği vermekte ve kanunları uygulamaya muktedir kılmaktadır. Bu yorumun doğal neticesi olarak asıl maksat değiştirilmiştir.
Bu yorum çerçevesinde din bir nizam sistem olarak büyük bir açıklıkla belirtilmiştir. Gerçek yönü ise -ki o Allah’a ibadet ve O’nun gözetimi son derece zayıf ve ihmal edilir olmuştur.
Dinin temeli olan dâhili niteliği çökmüş, bu arada yüzeysel/harici niteliği de onun üzerine taşmıştır. Sosyal yorumda insanın sorumluluğu ruh ve düşüncenin güzelleştirilmesi olmayıp, sosyal durumların değiştirilmesi ve iyileştirilmesi olduğu gibi dini mücadelenin hedefi de, Hak nizamı kurmak için batıl düzenleri devirmek olmuştur. Oysa Müslüman’ın gerçek hedefi, dünya ve ahirette Rabbi ile olan kalbi ve ruhani bağa sahip olma mücadelesidir. Bu da, Kur’an-ı Kerim’in; zikir, korku, yöneliş, yalvarış, alçak gönüllülük ve benzeri terimlerle belirttiği kavramlardır.

Realite ve fıtrat arasında bir uyum sağlayamaması nedeniyle bu teori hızlı bir biçimde başarısızlığa uğradı. Dinin “kemal teorisi” noksan mü’minler ortaya çıkarttı. İstenilen ağacın her bir filizi, çekirdeğin, asıl yerine konması nedeni ile bitip- yetişmemişti. Kul ile Rabbi arasındaki ilişki esnasında, yücelik ve lütfun zirveye ulaştığı bir ilişkidir. Bu yorumdan sonra ise bu ilişki siyasi bir ilişki olmuştur.
Bunun sebebi de teorinin, Kur’an-ı Kerim’in ayetlerine uygun olmamasıdır. Yine bu teorinin “ölçüsü”ne göre selef-i salihin’in hareket metodu kâmil bir metod değildir. Kur’an-ı Kerim, bu yorumun hazırladığı dini doğrultuyu destekleyici açık tek bir ayeti bile içermemektedir. Bu çizelgenin özeti: Din, İslami hayat için kâmil bir nizamdır. Bu nizamın egemenliği için yeryüzünde mücadele, mü’minlerin boyunlarına yüklenmiş İslami bir görevdir.
Fakat, Allah’ın Kitab’ı, bu hedefe kat’i olarak delalet eden hiçbir cümleyi içermemektedir. Bu yorumdaki ideolojik hata işte budur. Pratik hayata gelince; ümmetin bütün tarihi bu tür “kapsamlı devrimci bir hareket” uğruna savaşan tek bir mücahidin dahi adını anmaz. Müslümanlar yeryüzünün çoğu yerlerine dağılmışlar, İslam’a davet etmişler ve birçok ülkelerde İslami devletler kurmuşlardır. Ama hiçbir yerde onların İslam devrimi nidalarıyla ya da “ilahi hükümet” kurarak davete başladıkları vaki olmamıştır. Bu tür yorum yapan yazarların bir kısmı, İslam tarihinde bu gibi davetlere bazı örnekler aramaya çalışmalarına gelince, onların yapmış oldukları bu işe, tarihi örneklendirme değil aksine tarih üretme denir.
Bu yorumu yapan kişi, uzun tarihimizdeki bütün İslami hareketlerin noksan hareketler olduğunu ya da bu hareket önderlerinin, dini tam olarak anlama dirayetine sahip olmadıklarını iddia ettiğinde, bu gibi iddialar başka hiçbir anlama değil, ancak ve ancak bu yorumun hatalı olduğu ve sahih İslam’la alakası bulunmadığı anlamına gelir. Çünkü bir kişinin hatalı olduğunu kabullenmek, İslam devlet tarihinin tamamının noksan olduğunu kabul etmekten daha ehvendir.
Bazı kimseler bu yorumun yanlışlığını hissediyorlar, ancak onlar bu hatanın türünü açıkça kavramıyorlar. Bu hatanın tahlilini tam olarak yapamayan bu kişiler, bu nedenle de henüz doğru çözüm yöntemini düşünmemişlerdir. Duygularının tamamı, İslam’ın ruhi yönü bu yorum doğrultusunda çöküntüye uğramıştır. Bu arada da siyasi yönü büyük bir açıklıkla ortaya çıkmıştır. Onlar bu durumda tesadüfün bir rolü olduğunu düşünmektedirler. Bu yorum sahipleri, düşüncelerinin sunuluşunu, içinde bulundukları özel durumlara bağlıyorlardı. Bu özel şartlar, İngiliz sömürgeciliğine karşı başlayan siyasi kargaşa ve direnişler asrıyla ortaya çıkmıştır. Bunun sonucu olarak düşünürlerin yazılarında siyasi tema ağır basmaya başladı. Bu kimseler, hitabet ve yayın yoluyla, ihmale uğrayan yönü açığa çıkarmaya çalıştılar. Böylece dini, dengeli bir biçimde sunacaklarını sanıyorlardı. Dinin diğer yönlerinde siyaset ve hükmetme yönlerinin anlaşılmasının ardından yerlerini alacaklardı.
Fakat bu, olayın çok noksan bir değerlendirmesidir. O insanlar bu düşünceyi şartlardan kaynaklanan zorunlu bir sonuç kabul etmektedirler. Bu durumda yaptıkları şey, dinin sonradan ihdas edilmiş bir yorumu olmaktadır. O kimseler bunu duyarak bazı geçici tedbirler almayı düşünüyorlar. Onlar bütün içlerindeki külli -genel bozukluğu cüz’i aramalarla düzeltmek istiyorlar. Bu insanlar bu konuda “Grigsaw puzzle” * oyununu oynayan çocuklara benzerler. Aslında oyuncağın parçaları at için yapılmıştır. Oyuncu ise parçaları deve şeklinde düzmektedir. Oyunculardan biri, bu yanlış yapıda yalnız boyun kısmının uzun olduğunu öne sürüp; “eğer biz boynun uzunluğundan biraz kısaltırsak at şeklini elde ederiz.” Derse açıktır ki bu doğru bir düzenleme değildir. Çünkü at ve devenin şekilleri bu oyunda, oyuncağın ilk yapısıyla ilgilidir. Ama bir insana, ata ait parçaların deveye ait olduğu tahmin ettirilirse, sonra ona da bir şekil yaptırılırsa bunun neticesinde ortaya çıkacak olan yalnız uzun boyunlu bir at değildir. Çünkü bu oyunu oynayan kişi, parçaların tamamına at yerine deve şeklini vermeye çabalamıştır. Bu nedenle de sadece boyunu kısaltmakla at şekline ulaşması mümkün değildir. Aksine bütün parçaların yeniden uygun yerlere konulması gerekir.
Dinin Doğru Kavranması Dinin bütün cüzlerinin dikkate alınması şekliyle ve İslam tarihinin bütününe uygun bir yorumla; Allah’a olan korku, sevgi, velayet ve tevekkül ilişkisinde yatar. Bu ilişkinin gereklerini ortaya koymak ise “ibadet”tir. Kişi Allah’ı; mabudu ve sevgilisi kıldığında kaçınılmaz kesin sonuç, hayatında Allah’ın emirlerini yerine getirip, yasaklarından kaçınması ve iradesini Allah’ın iradesine tabi kılmasıdır. Bu nedenle kulun, Rabbine ibadet ve itaat ediyor olması, Allah’ın projesi olan o yüce proje uğruna hayatını adamasını gerektirir. Allah, onu yeryüzünde kıyam eder olarak görmeyi sever. İşte bu noktadan hareketle, hakkı tebliğ tüm boyutlarıyla başlar ve din hayata egemen olur. Dinin kapsamlı hikmeti; “kulun Allah ile ilişkisi”dir. Diğer şeylerin tamamı, bu dahili ilişkinin görüntüsü veya onun gerekleridir. Dinin toplayıcı hikmeti bazı kimselerin, temeli üzerinde teorik ve pratik bağlar kurmaya çalıştıkları “nizam/sistem” düşüncesi değildir.
Dini öğretiler tek bir türden ya da tek bir dereceden hükümlerin sıralanması değildir. Bu teklik “nizam/sistem” düşüncesinin ortaya çıkardığı bir sorundur. Dinin bir hakikati vardır. Diğer bütün şeyler ise bu gerçeğin boyutları olup, çeşitli gereksinimler nedeni ile mü’minin hayatında ortaya çıkar. Diğer bir ifadeyle, dinin bazı cüzleri asıl olarak istenmekte, buna karşın diğer bazı kısımları da izafet niteliğiyle istenmektedir. Dinin gerçek/asıl gereği olarak istenen, mü’minin duygusal ve içten bir keşifle Allah’a kul ve sevgili olmasıdır. İzafi gereklere gelince, bunlar mü’minin harici/yüzeysel hayatını düzenleyen hükümlerin bütünüdür. İman ehlinin çeşitli durumlarını ve bazı dünyevi ilişkilerini; açıklamaktadır. Asıl olan şartlar, bütün insanlardan, her durum ve şartta istenmektedir. O’na ne zaman ve ne de durumlar etki etmez. Bu ahiret hayatında kurtuluş yolu olan ilk istek ve asıldır. İzafi gereksinimler ise, durum ve şartlara göre istenmektedir. Teklif/sorumluluk dairesi, kula verilen hareket ve seçebilme dairesine göre genişler veya daralır. İzafi gereklilik olan ameller, kula verildiğinde gerçek gereklilikler gibi tamamen zorunlu olarak ondan istenmektedir. Ama ortamın izafi gereklilikleri yerine getirmeye elverişli olmadığında iman ehli, ona sarılmadıklarının günahını yüklenmez. Din hükümleri arasındaki asıl ve izafi şeklindeki bu ayrım, ancak İslami hükümler arasındaki türsel farkları açıklar. Bunlar; dini hükümler arasındaki farklılığın, o hükmün vacip olması ya da olmaması bakımından değildir. Aksine bir hükme dönülmesini veya dönülmemesini gerekli kılan şartlar bakımındandır. Ama bütün ortamlarda her iki türden hükümler kuldan istenmektedir. Hükümler vacip olduğunda da yerine getirilmelerinin kesinliği yönünden hiçbir fark yoktur. Yani her ikisi de o zaman aynı ölçüde istenmektedir.
Az önce açıklamış olduğum bu fikri ayrılıklar, mü’minlerin omuzlarına düşen görevin özüne bakıştaki ayrılıktan doğmaktadır. Bir şeyin bir grupta bir araya getirici varlığı, grubun tamamının varlığı anlamında, yokluğu da aynı şekilde yokluğu anlamındadır. Herhangi bir teoriye inanan kişi, izafi şartları gerçekleştirmeye koşmadan önce, grubun cüzlerini bir araya getirecek olan şeyi gerçekleştirmeye koşar.
Az önce işaret ettiğimiz yorumcular arasında göze çarpan en önemli şey, onların “nizam/sistem” in ikamesine çok şiddetli önem vermelerindendir. Dini “nizam” kılan bu özel düşünce de bunların dayanaklarıdır. Fakat biz bunun aksine bir görüşteyiz. İslam davetçilerinin temel mücadelesi, ümmetin zihninde Allah ve ahiret mefhumlarını derinleştirmeye çabalamaktır. Bunun nedeni de, davetçilerimizin dinin diğer bütün tezahürleri üzerine bina edilen temeli bu olduğuna inanmalarıydı.”Vahidüddin Han / Dinin Hikmeti isimli kitabından
İnsanoğlu Allah tebareke ve teala’nın emrettiği ve yasak ettiği emirleri yerine getirip, bunlara iman edip sakınırsa, emredileni yaparsa, yasaklananlardan kaçınırsa Rabbi’nin rızasını kazanır ve cennete girmesine vesile olur. Cennette Allah subhanehu ve teala’nın yüzünü (vechini) seyreder ve ebedi olarak emniyette olur. Bu en büyük hikmettir ve nimettir, bundan başka büyük bir hikmet ve nimet yoktur. Allah’u subhanehu ve teala şöyle haber veriyor. “Allah’ın rızası vardır.”(Ali İmran15) ”Birtakım yüzler o gün parlayacak.”Rablerine bakacaklardır.” (Kıyame/22-23)

Paylaşmak için tıklayın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: Content is protected !!