Emrulevvel

"…فَاعْلَمْ أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ" İlk Emir الأ مر ألأول Emrul Evvel

1-Kur’an ve Sıfatlar

Hadisçilerin, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet edilen hadisleri her türlü teşbihten koruma arzularıyla, ona isnad edilen uydurma sözleri, onun gerçek sözlerinden ayıklama gayretleri, aslında, onların, şeri’at ve akaidiyle İslam dinini korumak arzu ve gayretlerinden başka bir şey değildi. Çünkü onlar biliyor ve inanıyorlardı ki, Allah Te’ala, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i, insanları karanlıktan nura, dalaletten hidayete çıkarmak ve İslam dinini, diğer bütün dinlere galip kılmak için bir elçi olarak göndermiştir. Ayrıca onunla birlikte, insanların ihtilaf ettikleri meselelerde aralarını bulmak ve adaletle hükmetmek için bir Kitap indirmiş ve insanlara da, dini ve dünyevî anlaşmazlıklarında bu Kitapla Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in Sünnetine başvurmalarını, bu iki aslın ışığı altında müşkillerini halletmelerini emretmiştir.

Allah Te’ala Kitabında, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem vasıtasıyla gönderdiği dini ikmal ettiğini ve insanlar üzerindeki nimetini tamamladığını sarahatla açıklamıştı. (Ma’ide 5) Bu bakımdan Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in Sünnetine sarılan ve onu “din” telakki ederek muhafazasından ve doğru bir şekilde daha sonraki nesillere naklinden başka hiç bir endişesi olmayan hadisçiler, bütün “Esma-i husnasıyla ve bunların delalet ettikleri sıfatlarla Allah’a, tevhidine, adaletine, va’d ve va’idine, bütün mucizeleriyle Rasullerine, kitaplarına, meleklerine ve akaidle ilgili diğer meselelere iman hususunda hiç bir şeyin terk edilmemiş olduğuna, hiç bir şeyde anlaşılması güç, karanlık nokta bırakılmadığına inanmışlardır. Daha doğrusu, Kur’anda ne zikredilmiş ve Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, bu zikredilenlerden neyi açıklamışsa, bunun, insanların hayrına ve salahına olduğunu kabul etmişlerdir.

İslam dininin, insanları davet ettiği ilk mühim akide, Allah’ın tevhidi akidesidir. “Senden önce gönderdiğimiz her bir Rasule mutlaka şunu vahyederdik: “Benden başka hak ilah yoktur. O halde yalnız bana ibadet edin.” (Enbiya/25) ayetinde de görüldüğü gibi, bu akide, İslamiyetin ilk rüknü olmuştur. Ayetin bize ifade ettiği diğer bir husus da, ibadetin, tevhidle yakından ilgili olmasıdır. Bunu başka Ayetlerde de görmek mümkündür: “Senden evvel gönderdiğimiz Rasullere sor; Rahman (olan Allah)’dan başka ibadet ettikleri ilahlar yarattık mı?” (Zuhruf/45) “biz, her millete, Allah’a ibadet etmeleri ve tağut’dan çekinmeleri için bir Rasul gönderdik.” (Nahl/36) Bu bakımdan denilebilir ki, İslam dininde ibadetler, tevhid akidesinin ameli tezahürleridir. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem Mu’az İbn Cebel radıyallahu anh’ı Yemen’e gönderdiği zaman ona şu talimatı vermiştir: “Sen, ehli kitaptan olan bir kavmin yanına gidiyorsun; onları davet ettiğin ilk husus, Allah Te’ala’nin tevhidi olsun. Bunu kabul ettikleri takdirde onlara, Allah’ın gece ve gündüz beş vakit namazı farz kıldığını haber ver. Eğer namazı kılarlarsa, Allah’ın, zenginlerden alınıp fakirlerine verilmek üzere zekatı farz kıldığını bildir. Eğer kabul ederlerse, (bunu) onlardan al”(Buhari, Sahih)…”

Kur’an, başta İhlas süresi olmak üzere muhtelif ayetleriyle Allah’ın tevhidini beyan etmiştir: “De ki; O Allah birdir. Allah Samed’dir. Doğurmamıştır doğmamıştır. Hiç kimse O’na denk değildir.” (İhlas/1-2-3-4) “İlahınız bir tek ilah’tır. O’ndan başka ilah yoktur. O, rahmandır, rahimdir.” (Bakara/163) ”İlahınız bir tek ilah dır.” (Nahl/22) ”İlahınız, bir tek İlah’tır.” (Hac/34) “O ancak bir tek ilah’tır.” (En’am/19) “Ancak bir tek ilah olduğunu bilsinler.” (İbrahim/52) ”Allah buyurdu ki: İki ilah edinmeyin! O ancak bir ilah’dır.” (Nahl/51) “İlah’ınızın, sadece bir İlah olduğu bana vahyolunuyor.” (Kehf/110) ”De ki bana ilahınızın ancak bir tek ilah diye vahyolunuyor.” (Enbiya/108) “Bizim ilahımız da sizin ilahınız da birdir.” (Ankebut/46) “yemin ederim ki, ilahınız birdir.” (Saffat/4) ve bunun gibi ayetler.

Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’de zaman zaman tevhid meselesi üzerinde durmuş ve müslümanlara onun ehemmiyetini anlatmaya çalışmıştır. Bir tarafdan “kelimei tevhid”i bilen ve onu tekrarlayan (La ilahe illallah diyen) kimsenin Cennete gireceğini Cehennem ateşinin ona haram kılındığını müjdelerken.” (Muslim, 43,47; Sahih) diğer taraftan Allah’a şirk koşan kimsenin Cehenneme gireceğini haber vermiştir. (Muslim, 150; Sahih) Yine bu cümleden olarak “Allah’ın istediği ve senin istediğin” gibi Allah ile ortaklığa delalet eden sözlerin sarf edilmesini (Buhari, 7. cilt 223) Allah’tan başka kimse adına yemin edilmesini.” (Buhari, 221) kabirlerin mescid ittihaz edilerek ölülerden manevi yardım dilenilmesini (Buhari, 1. cilt 110; Müslim, 19) Tevhid akidesini zayıflatan hareketlerden olduğu için men etmiştir.

Kur’an, Allah’ın varlığını ve vahdaniyetini kat’ıyet ifade eden delillerle ispat ederken, O’nu, “Allah” veya “İlah” isimlerine inhisar eden müphem ve mücerred bir mefhüm olarak bırakmamış, fakat Kaadiri mutlak bir Zat olarak bir çok sıfatlarla tavsif etmiştir. Bu sıfatlara tekabül eden isimler (esma-i hüsna)’in 99 tane olduğu, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem tarafindan açıklanmış olmakla beraber (Buhari,8. cilt 169 Kitab’ut Tevhid) bunların hepsi de Kur’anda zikredilmemiştir. Zikredilenler, muhtelif sure ve ayetlerde müteaddit defalar yer almamıştır isim ve sıfatlardan bazılarını, kendi içerisinde topladığı için, şu ayetin büyük bir ehemmiyeti haizdir: “ O, öyle Allah’tır ki, O’ndan başka ilah yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, esirgeyendir, bağışlayandır.” (Haşr/22) “O öyle Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir ilah yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selamet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir.” (Haşr/23) ”O, yaratan, var eden, şekil veren Allah’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nun şanını yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir.” (Haşr/24) ”O’ Evvel’dir, Ahır’dir. Zahir’dir. Batın’dır. Alim’dir.” (Hadid/3) “Hayy (diri) dir. Kayyum (bizatihi kaim) dur.” (Bakara/255) “Semi’dir. Basir’dir.” (Ğafir/20) “Latiftir Razzak’tır, Kaviy’dir. Metin’dir.” (Zariyat/58; Şura/19) Mutekellim’dir “Allah Musa ile gerçekten konuştu.” (Nisa/164)

Kur’andan bazılarını nakletmiş olduğumuz bu isimler haricinde, Allah’a İzafe edilen, daha doğrusu, Allah Te’ala’nın, kendisine izafe etmiş olduğu diğer bazı sıfatlar daha vardır: “Yed” (el), “Vech” (yüz), Arş üzerinde “istiva” gibi. “Ey İblis, (bizzat) iki elimle yarattığım (Adem)’e secde etmene mani olan şey nedir?” (Sad/75) “Gerçekten sana biy’at edenler, hakikatte Allah’a biy’at etmiş olurlar. Allah’ın eli, onların ellerinin üzerindedir.” (Feth/10) “O’ndan başka İlah yoktur. O’nun yüzünden başka her şey helak olucudur.” (Kasas/88) “Celâl ve İkram sahibi olan Rabbinin yüzü baki kalacaktır.” (Rahman/27) “Rahman Arş üzerine istiva etti.” (Taha/5) “Rabbimiz O Allah’tır ki, semavat ve arzı altı günde yarattı, sonra da Arş üzerine istiva etti.” (Araf/54)

Zikretmiş olduğumuz bu ayetlerde görüldüğü gibi, Allah Te’ala kensini çeşitli sıfatlarla tavsif ederken bu sıfatlar arasında her hangi bir tefrik (ayrım) yapmamış, bunlardan bazılarının zatına, diğer bazılarının da fiillerin taaluk ettiğine dair her hangi bir beyanda bulunmamıştır. Keza Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’de kendisine vahyolunan bu ayetleri tebliğ ederken her hangi bir açıklama yapmamış, bununla beraber, sıfatlar hakkında gelen ilahi haberlere inanmış, müslümanları da bu inanca davet etmiştir…”

Allah Te’âlâ’nın sıfatlarıyla O’na izafe edilen bazı isimleri, gerek Kuran ayetlerinden ve gerekse Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in hadislerinden bazı örnekler vermek suretiyle zikretmiş bulunuyoruz. Bu örneklerle, dinin tebliğine memur edilen Nebi sallallahu aleyhi sellem, Kur’ân’da zikri geçen sıfatlar karşısındaki mevkiini tespit etmeye çalıştık. Bu haberler, bize şu hususu açıkça göstermiştir ki, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, Allah Te’âlâ’nın çeşitli sıfatlarını ve bilhassa, Kitabında kendisine izafe etmiş olduğu “yed” (el), “vech,” (yüz) “ayn” (göz) ve bunun gibi diğer İsim ve sıfatları tam bir serbesti içinde kullanmıştır. Ashabı da onun muhtelif vesilelerle Müslümanlara tevcih ettiği bu isim ve sıfatları muhtevi sözlerini, aynı şekilde muhafaza ederek daha sonraki nesillere nakletmişlerdir. Bu suretle başta sahabe olmak üzere, sahabeden sonra gelen ve onların ilmini tevarüs eden hadisçiler, bir taraftan Allah’ın vahdaniyetine Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in risalet ve nübüvvetine tam bir imanla şahadet ederken, aynı zamanda, iman ve İbadet ettikleri Rablarını, Kur’ân’da vahiy yolu ile gelen ve Rasulden güvenilir kimseler tarafından rivayet edilen doğru haberlerin teyit ettiği sıfatlarla tanıyıp öğrenmişlerdir. Allah, kendi Kitabında ve elçisinin dilinde, kendisi hakkında her ne sıfatı ispat etmişse, onlar da aynısını ispat etmişler, ispat ederken, bu sıfatlardan hiç birisini, O’nun yarattığı varlıklardan hiçbirisinin sıfatına benzetmemişlerdir. Kur’ân’da “ey iblis, ellerimle bizzat yarattığım Âdem’e secde etmene mani olan şey nedir?” âyetine istinaden, Allah Te’âlâ’nın, Âdemi elleriyle yarattığını söylemişler, fakat hiç bir zaman, başkalarının yaptığı gibi, âyette zikri geçen “yed” kelimesini, “nimet” veya “kuvvet” manâları üzerine hamlederek onu tahrif etmek cihetine gitmemişler, keyfiyetini araştırmaya çalışmamışlardır yahutta bu “yed”, el manâsında mahlûkatın ellerine benzetmeye kalkışmamışlardır. Tevhid ve tenzih için, ta’tıl ve teşbihi terkederek bir taraftan Kur’ânda ve hadîste vârid olan sıfatlarla ilgili açıklamaları olduğu gibi almışlar, diğer taraftan, bu sıfatların, yine Kur’ânda gelen “leyse ke mislihi şey’un” âyetine istinaden mahlûkatın sıfatlarından ayrı, Allah’ın şan ve azametine lâyık sıfatlar olduğunu söylemişlerdir. Kısacası, hadîs ehlinin, Allah Te’âlâ’nın sıfatları meselesinde takip ettikleri yol, Kur’ân’a ve Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet ettikleri hadislere uygun olarak, bu sıfatların ispatıyla birlikte Allah’ı tecsîm ve teşbihten tenzih etmek olmuştur.

 Kelâm İlmi ve Sıfatlar

Kelâm ilminin tarifini, gayesini ve tarihî seyrini incelerken dedik ki: Kur’ân ve Hadîse dayanan, yahut kaynağı Kur’ân ve hadîs olan İslâm akaidini, her türlü teşvişten korumak, yabancı itikadlara karşı yine Kur’ân ve hadîse muvafık olan aklî ve nakli delillerle müdafaa etmek, “Kelâm” ismiyle vücûd bulan ilmin başlıca gayesidir. Bu açıklamaya göre, Kelâm ilminin veya bu ilmin mümessilleri olan kelâmcıların, kaynağı Kur’ân ve Hadîs olan sıfatlar meselesi karşısındaki mevkii, az çok belirmiş olmaktadır. Yani Allah Te’âlâ’nın, Kur’ân ve hadîste zikredilen sıfatlarının, diğer itikadî meselelerde olduğu gibi, yine bu iki kaynağın ruhuna uygun olarak Kelâm ilmi tarafından muhafaza ve müdafaa edilmesi gerekmektedir. Biz yukarıda, Kur’ân ve hadîse göre sıfatları gözden geçirirken, her iki kaynağın da selbî olmaktan ziyade icabî bir yol takip ettiklerini gördük. Buna göre diyebiliriz ki, Kelâm ilminin de sıfatlar meselesinde aynı yolu tutması gerekmektedir. Bu yolun haricinde takip edilecek her hangi bir yol, Kur’an ve hadîse aykırı olacağı gibi, yukarıdaki tekrarladığımız Kelâm ilminin tarif ve gayesine de aykırıdır.

Bu kısa açıklamadan sonra, kelâmın ilk mümessilleri olan mu’tezile’nin ve sıfatlar meselesinde takip ettikleri yol ile onlara tekaddüm eden cehmiyye’nin, bu mevzudaki görüşlerine temas edeceğiz. Çünkü bu görüşler, hadîseçiler tarafından ilk defa reddedilen görüşlerden olmuştur….”

Îtikadî mezheplerin zuhuru ile ilgili bahsimizde, cebriyyeyi incelerken de zikrettiğimiz gibi, Allah Te’âlâ’nın sıfatlarını ilk defa münakaşa konusu yaparak, bu mevzuda ileri sürdüğü yeni görüşlerle ismine izafe edilen bir mezhebin teşekkülüne önayak olan şahıs, Cehm İbn Safvân’dır. Cehm’in görüşü, Kur’ânda ve hadîste vârid olan sıfatların, Allah Te’âlâ’dan nefyi esasına dayanır, ona göre, her kim Allah’ın, kendisini Kitabında ve Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in, O’nu hadîsinde vasfettiği sıfatlarla Allah’ı tavsif ederse kâfir olur ve müşebbiheden addedilir. Allah Te’ala’nın, kendisini vasfettiği âyetlerin zâhiri, teşbihi ifade eder; Yani âyetlerde zikri geçen bu sıfatlardan mahlûkatın sıfatları anlaşılır; bu sebeple sıfat âyetlerinin te’vili gerekir. (el-Kâsımi, Târîhu’l-Cehmiyye ve’l-mu’tezile, s. 14) Cehm’e göre “leyseke mislihi şey’un” âyeti, “eşyadan hiç bir şey O’nun misli ve benzeri gibi değildir” manasındadır. Binaenaleyh O, “Arş” üzerinde olduğu gibi, yedi kat yerin de altındadır. Hiç bir mekân onsuz değildir. O, konuşmaz; dünya ve âhırette hiç kimse O’nu görmez; O, vasfolunamaz; her hangi bir sıfat veya fiille O bilinmez; gaye ve müntehası yoktur; akıl ile idrak olunmaz; O, kâmilen “vech” tir; kâmilen “’ilm” dir; kâmilen “sem”” dır; kâmilen “Basar” dır; “nurdur”, “kudret” tir. İki şey değildir; iki zıt vasf ile vasfolunamaz. O’nun için âlâ ve esfel, taraf ve yan, sağ ve sol yoktur. Hafif değildir, ağır değildir. Rengi ve cismi yoktur. Ma’mül ve ma’kül değildir. Kısacası, hatırına her ne gelirse O, onun hilâfınadır.” Ahmed İbn Hanbel, er-Reddu ‘ala’I-cehmiyye (eski İlahiyat Fakültesi mecmuasında neşredilmiştir, sayı 5-6, s. 282)

Görülüyor ki Cehm İbn Safvân’ın sıfatlar meselesinde takip ettiği yol, Kur’ân ve hadîsin hilâfına tam manasıyla selbîdir. Cehm, bu neticeye, Kur-ân âyetlerini te’vil ederek, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet edilen hadîsleri de yalanlayarak ve reddederek ulaşmıştır. Bu sebeple görüşü, İslâmî değildir; Kur’ân ve hadîste, sıfatlarla ilgili olarak her ne gelmişse, onları, hiç bir te’vile girişmeden, Allah’ın şan ve azametine lâyık olduğu şekilde kabul eden hadîsçilerin şiddetli itirazlarına maruz kalacağı tabiidir.

Cehm İbn Safvân tarafından ilk defa ortaya atlan bu görüş, mutezile kelâmcdarı tarafından da benimsenmiştir. Mezhebin ilk mümessillerinden olan Vâsıl İbn Atâ’ da, kudret, irade, hayat ve bunun gibi sıfatları nefyetmiş, bunların isbatı halinde, kadîmin teaddüt edeceğini, halbuki Allah’tan başka hiç bir şeyin kadîm olamıyacağını iddia etmiştir. Ne var ki Vâsıl, kendinden önceki Cehm gibi, meseleyi daha basit zâviyeden mütelaa etmiş, işin felsefî cephesine inememiştir. Nitekim eş-Şehristânî de bu hususa işaret ederek şöyle demiştir: “Bu görüş, bidayette açık değildi. Vâsıl mezhebini, iki ezelî kadîm ilâhın mevcudiyetinin imkânsızlığı üzerine tesis etmişti ve şöyle diyordu: Her kim kadîm bir sıfat ihdas ederse, iki ilâh ihdas etmiş olur. Vâsıldan sonra gelen ashabı, felsefe kitaplarını mütalaa ettikten sonra, bu meseleye daha başka zâviyeden bakmışlardır” Bak: el-Milel ve’n-nihal, I. 46.

Vâsıl’dan sonra gelen Ebu’l-Huzeyl, eş-Şehristânî’nın işaret ettiği gibi, sıfatlar hakkındaki görüşünü felsefi yönden açıklayan ve bu açıklamasında kadîm Yunan felsefesinin tesirleri açıkça görülen ilk kelâmcı olmuştur.

Bu kelâmcı, önce Allah’ın sıfatlarını zât ve fiil sıfatları olmak üzere iki kısma ayırarak işe başlamış, birincisini, yâni zât sıfatlarını, Allah Te’âlâ’nın, zıtlarıyla tavsif edilmesi câiz olmayan, fiil sıfatlarını ise zıtlarıyla tavsifi câiz olan sıfatlar olarak tarif etmiştir. Meselâ ilim, kudret, hayât gibi sıfatlar, zât sıfatlarıdır; çünkü Allah Te’âlâ, bu sıfatların zıddı olan cehalet, acz ve ölüm sıfatlarıyla tavsif olunamaz. İrâde, hub, rıza, emr, ihyâ gibi sıfatlar da fiili sıfatlarıdır; çünkü Allah Te’âlâ, bu sıfatların zıtlarıyla tavsif olunabilir: Kerahet (irâdenin zıddı), buğz (hub, sevginin zıddı), suht (rızânın zıddı), nehiy (emrin zıddı) ve imâle (ihyanın zıddı) gibi.

Ebu’l-Huzeyl, Allah’ın sıfatlarını bu şekilde iki kısma ayırdıktan sonra, bunlar bakkındaki görüşünü açıklamış ve ilim, kudret, hayât, sem’, basar, gınâ, azamet, celâl, kibr, siyâdet, mülk, rubübiyet, kahr, ulûv ve kıdem gibi zât sıfatlarının.” (el-Eş’ari, el-Makâlât, I. 157-169) Allah’ın zatından başka bir şey olmadığını, zâtı üzerine zâit bir hüküm ifade etmediğini ileri sürmüştür. Bu görüşe göre, “Allah Alimdir” denildiği zaman, O’nun ilmi isbat ve cehl O’ndan nefyedilmiş olur; fakat bu ilim, aslında Allah’ın zâtından başka bir şey değildir. Diğer zât sıfatları hakkında da aynı hüküm câridir. (Aynı eser, I. 158)

Ebu’l-Huzeyl’in fiili sıfatları hakkındaki görüşüne gelince, bunlar, kadîm (İlk) değildir; Allah, hacet ânında bir fiilde bulunduğu zaman bu fiile uygun olarak sıfat da vücut bulur.

Aralarında bazı ihtilâfların bulunmasına rağmen umumiyetle mutezile kelâmcılarının sıfatlar meselesinde takip ettikleri yolun esasını teşkil eden bu görüşler, aslında Cehm İbn safvân’ın görüşleriyle aynı neticeye çıkmaktadır. Şu var ki mutezile kelâmcıları, “ilk muharrik” (Allah) nazariyesiyle Allah’a has sıfatların, O’nun eserlerinden neş’et ettiğini söyleyen Eflâtun’un tesiri altında görüşlerini süslemişler ve onlara felsefî bir veçhe vermişlerdir. (Eflâtun ve Aristo’nun İlâhî görüşleri hakkında bak: el-Milel ve’n-nihal, XI. 88-94, 120-21) Şurası muhakkaktır ki, gerek Ebul-Huzeyl’in ve gerekse onu takip eden kelâmcıların, sıfatlar meselesindeki görüşlerinin menşe’i, Kur’ân ve hadîs değildir. Eğer böyle olsa idi, kelâm uleması arasında aynı mevzuda beliren ihtilâflar hiç olmaz, hepsi de aynı görüşü müdafaa ederlerdi. Halbuki akidelerini yalnız Kur’ân ve hadîse dayayan ve bu iki kaynak dışına çıkmakta büyük tehlike gören hadîsçiler, bu çeşit ihtilâfların haricinde kalmışlar, Kur-ân ve hadîste zikredilen muayyen sayıdaki sıfatlar üzerinde durarak, bunların “tevkifi” olduğuna, bunlara ilâve edilebilecek veya bunlardan çıkartılabilecek hiç bir şeyin bulunmadığına inanmışlardır. O halde, netice olarak diyebiliriz ki, kelâmcıları, Kur’ân ve hadîste bulunmadığı halde, Allah’ın sıfatlarını zât ve fiil sıfatları olmak üzere iki kısma ayırmaya, sonra da bunları Allah Te’âlâ’dan nefyetmeye sevkeden en büyük âmil dış tesisler olmuş ve bu bakımdan, takip ettikleri yol İslami olmaktan çıkmıştır…”

Kelâmcıların, Kur’anda ve hadîste Allah’a izafe edilen “yed” (el), “vech” (yüz), “ayn” (göz), “kadem, ricl”, “Arş üzerinde istiva”, “yer semasına iniş (nuzül)” gibi isimler karşısındaki tutumları, kelâmda teşbih ve tecsim meselesinin zuhuruna ve bu mesele üzerinde, kendi aralarında olduğu kadar, hadîsçilerle de şiddetli münaşakaların başlamasına sebep olmuştur. Kelâmcılar her şeyden önce Kur’an ve hadîste varid olan ve Allah Te’ala’nın semada “Arş” üzerinde olduğuna delalet eden âyet ve hadîsleri hiç nazarı itibara almayarak O’nun mekânı meselesini münaşaka konusu yapmışlar ve aralarında ihtilafa düşmüşlerdir. Meselâ bunlardan “Abbâb İbn Suleymân ve el-Fulvati gibi bazı kelâmcılar, Allah’ın “la fi mekan” (herhangi bir mekanda değil, mekandan müzezzeh) olduğunu iddia etmişler. (Makâlâtu’l-Eş’ari, I. 150) El-İskâfi, ‘Abdul Vehhâb el-Cubbâ’i ve Ebu’l Huzeyl gibi diğer bazı kelâmcılar da Allah’ın “fi kulli mekân” (her mekânda) olduğu görüşünü ileri sürmüşlerdir. (Makâlâtu’l-Eş’ari, I. 149)

Kelâmcılar arasındaki bu ihtilaf, onların, Kur’an veya hadîste bu mesele ile ilgili olarak varid olan haberler üzerinde ittifak edememelerinin tabii bir neticesidir. Maamafih Allah Te’ala’nın “mekân”ı üzerinde, aralarında ortaya çıkan bu çeşit ihtilaflara rağmen gaye üzerinde ittifak ettiklerini burada kaydetmek yerinde olur. Bu gaye, tecsîm ve teşbîh meselesinde cihet ve cismiyyetin Allah Te’ala’dan nefyidir ve derler ki: Eğer Allah azze ve celle her hangi bir cihette kabul edilirse, O’nun için mekân ve cismiyyet isbat edilmiş olur. Bu noktada Cehm İbn Safvân’ın zahiri manâları tecsim ve teşbihe delalet eden âyetlerin tevili gerekir görüşüne uyarak, Allah’ın Arş üzerinde istiva ettiğini redderler ve âyette zikri geçen “istiva” kelimesinin hakîkî değil mecazî manâda kullanılmış olduğunu ve bununla “istila” manâsının kasdedildiğini ileri sürerler. (Makâlatu’l-Eş’ari, I. 150, 201) Halbuki hadîsçiler, bu konuda Allah Te’alâ’nın Arş üzerinde istiva ettiğini, fakat bu istivânın “bilâkeyf” olduğunu söylemişler ve kelimenin tevili cihetine gitmemişlerdir. (Makâlatu’l-Eş’ari, I. 201, 277)

Kelâmcıların, “vech”, “ayn”, “yed” gibi Allah’ın kendisine izafe etmiş olduğu isimler hakkındaki görüşleri de yine aynı te’vil esası üzerine dayanır; fakat bu tevillerinde dahî çok defa ihtilafa düşmeleri, insanı ister istemez görüşlerinin sıhhatinden şüphe etmeye sevkeder. Meselâ, mutezile kelâmcılarından Ebu’l-Huzeyl’e göre (وجه الله) karşılığı (هو الله) tır. Yani “vech” Allah’ın zâtıdır. Halbuki diğer kelâmcılara göre “vech” in bu manâsı (ويبقى وجه ربك) âyetinde kullanılmaz; buradaki “vech” zâittir. (ويبقى ربك) demek gerekir. (Makâlatu’l-Eş’ari, I. 208)

Kelâmcıların tevilinde “yed” kelimesi “kudret” ve “ni’met”, “ayn” ise “ilim” manâsındadır. 398

Görülüyor ki bu kelâmcılar, Allah Te’ala’yı mahlûkatından her hangi birisine benzetmiş olmamak için, teşbih ve tecsime delalet eden her şeyi reddetmişlerdir. Kur’anda, bu manâda her ne gelmişse onu kendi arzularına göre tevil etme cihetine yönelmişler, ileride ayrıca üzerinde duracağımız gibi, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet edilen hadîslere ise hiç iltifat etmeyerek, daha doğrusu hadîsçileri kötüleyip, rivayetlerine uydurulmuş nazarıyla bakarak, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem ve onun izinden gidenlerin yolundan ayrı bir yol takip etmişlerdir.

398 – Makâlatu’l-Eş’ari, I. 208. el-Buhâri, Kitâbu’t-tevhidde “li mâ halaktu bi yedi” âyetini başlık olarak koyduğu bâb içerisinde “yed” ile ilgili dört hadîs zikretmiştir. Bu bâbm şerhinde îbn Hacer, İbn Battâl’a atfen şu açıklamayı yapmıştır: Allah’ın iki elinden bahseden bu âyet, O’nun iki zât sıfatına delâlet eder. Yoksa müşebbihenin dediği gibi, bunlar, iki uzuv olmadığı gibi muat-tıladan cehmiyyenin iddialarını ve kelimeyi “kudret” manâsında tevil edenlerin görüşlerini de reddetmeğe kâfidir. Zira Allah’ın tek bir kudreti olduğunu ileri süren müsbiteye karşı ceh-miyye, O’nun zâtından kaadır olduğunu söyliyerek kudretini nefyetraişlerdır. Fakat âyet, “yed” in “kudret” manâsında olmadığına delalet etmek manasında olmadığına delâlet etmektedir Çünkü bu hitapla Âdem’in İblise üstünlüğü gösterilmiş ve bu sebeple Âdem hakkında “onu bizzat kendi elimle yarattım” denilmiştir. Eğer “yed” “kudret” manâsında olsa idi, Âdemle iblisin aynı kudretle yaratılmış olmaları batanımdan aralarında hiç bir üstünlük farkı olmamak gerekirdi. Keza iblis, kendisine niçin secde etmediği sorulduğu zaman “aramızda ne fark var ki; onn topraktan, beni ateşten yarattın” dediği gibi “beni kudretinle yarattın, onu da kudretinle yarattın” derdi (Fetbu’l-bârî, XIII. 305)

Sıfatlar hakkında selbî bir yol tutarak onları reddeden ve Allah’ı bunlarla tavsif edenleri de küfre nisbet etmek cihetine giden cehmiyyenin zuhurundan sonra, sıfatlarla ilgili âyet ve hadîsler üzerinde çeşitli görüşler ileri sürülmüş, inançlar değişmiş, ayrı ayrı inanç ve görüşleri müdafaa eden ayrı ayrı fırka ve hizipler teşekkül etmiştir. Bu ihtilâfların ve guruplaşmaların sebep ve neticelerini inceleyen bazı ehli sünnet taraftarları, bunun mesuliyetini, kendilerini, Allah’ın meşgul olunmasına izin vermediği bir ilme nisbet edenlerde ararlar. Bunların bir kısmı, tenzihte ifrata düşerek, Kur’ân ve hadîste, güneş ışığı kadar açık ve seçik olan sıfatları ta’tıl etmişler, bu hareketlerinin gerçeğe ve Allah’ın isteğine daha uygun olduğunu sanarak, hakikatte, asıl doğru olan yoldan uzaklaşmışlardır. Diğer bir kısmı, ileride de üzerinde duracağımız gibi, kudretin isbatı meselesinde yine ifrata giderek, bunun haricinde hiç bir müessirin olmadığını ileri sürmüş ve neticede, cebr görüşüne bağlı, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in gönderilmesinde ve Kitap indirilmesinde büyük bir fayda olmadığı kanaatını hâkim kılan bir sistem vücûda getirmiştir. Tabiatıyle bu görüşün karşısında ortaya çıkan diğer müfrit görüş de, kudretin nefyi ve insanın, fiillerinin yegâne hâliki olarak tavsifi olmuştur. Fakat her gurup, görüşlerini teyid etmek maksadıyle, Kur’ân âyetlerini tevil ve açık delillerini tahvil ederek asıl gayeden uzaklaşmış, münakaşa ettikleri konularda, insanları, birbirini tekfir eden bir ortam yaratmışlardır. Eğer daha sonraları ortaya çıkan ve yukarıda zikrettiğimiz çeşitli guruplar arasında mümkün olduğu kadar orta yoldan ayrılmamaya gayret sarfeden ve fakat aynı münakaşalara iştirak eden bir başka gurup da gözönünde bulundurulursa, orta yolda yürüdüğü bilinen bu gurupa nazaran ifrat ve tefrite gidenlerin, Kur’ân ve hadîse dayanan îslâm akâidi karşısındaki mevkileri kolayca anlaşılmış olur. Oysa ki, orta yolda gittiğine işaret ettiğimiz üçüncü gurup -ki biz bununla Eş’arî’yi kasdediyoruz- dahî selef dediğimiz sahabe ve tabi’ûndan müteşekkil ilk müslümanların ve onların akaid meselesinde takip ettikleri yolu gerçek manâsıyle temsil etmiyorlardı. Selefin veya onları hakikaten temsil etme çabası içinde bulunan ve onların yolunu Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in irşadında, gerçek îslâm yolu olarak kabul eden hadisçilerin görüşleri, ifrat ve tefrite gittiğini veya orta yolu takip ettiğini söylediğimiz diğer gurupların görüşlerinden farklı idi. Onlara göre, dinin gösterdiği yolda olan her şey hayırlı, bunun haricinde bid’at ve muhdes olan şeyler ise hayırsızdı, yani şerdi. Bu kâideden hareketle Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet ettikleri “insanların en hayırlısı benim çağdaşlarım, (yani ashab), sonra da onları takip edenlerdir” mealindeki hadîse uyarak, hakkın ve doğru yolun, sahabe ile onları takip eden tâbi’ûn tarafında olduğuna inanıyorlardı. Bu sebeple, sıfatlar meselesinde, Kur’ânda gelmiş olan âyetleri, zahirî manâlarıyla kabul etmişler, bilmedikleri, daha doğrusu, bilinmesi ve künhüne erişilmesi insan kudreti dışında kalan şeyleri araştırma yoluna gitmemişler, tevil ve tahriften uzak kalmışlardır. Bu husus, aşağıda nakledeceğimiz bazı sözlerinden de anlaşılacağı gibi, inkâr kabul etmez bir açıklıktadır. Eğer aralarında, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in devrinden beri bütün müslümanlarca bilinen gerçeklere aykırı hareket eden veya aykırı görüşler ileri süren biri çıkmışsa, câmi veya mescidlerde veya umumi toplantı yerlerinde, onun gaye ve maksadını halka açıklamışlar, yolunun dalâlet yolu olduğunu, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabının yoluna aykırı bulunduğunu bildirmişler ve halktan bu gibi kimselerden uzak durmalarını istemişlerdir.

Onlar, sıfatlar meselesinde âyetlerin zâhirî manâlarını kabul etmekle beraber, tevil ve tahrifin yol açtığı cebir, teşbih ve ta’tilden de uzak bulunuyorlardı. Bir kimse sıfatlarla ilgili bir mesele hakkında sorduğu zaman, delil olarak âyet ve hadîsi okuyorlar, bunun haricinde kal ve kîli veya kendi görüşlerini terkederek “işte bu âyet ve hadîsten başka bir şey bilmiyoruz; bilmediğimiz şey hakkında hiç bir şey söyleyemeyiz ve söylemeye de Allah tarafından me’zûn değiliz” diyorlardı. Eğer bu suali soran, âyet ve hadîsin haricinde, ufak da olsa bir söz koparabilmek için ısrara yeltense, onu, kendisini hiç ilgilendirmeyen mevzulara dalmaktan, elde edilmesi hiç bir zaman imkân dahilinde olmayan şeyleri istemekten hemen menediyorlardı.

Yukarıda zikrettiğimiz fırka ve hiziplerin zuhuruna kadar durum böyle idi. Yani sahabe ve tâbi’ûndan olan ilk müslümanların sıfatlar hakkındaki sözleri bir, yolları tek idi. Meşguliyetlerini, dinî meselelerde Allah’a îman etmek, namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak, hacca gitmek gibi feraizin ifası ile cihad, malın hayırlı işler için sadaka olarak verilmesi, hayırlı ve faydalı bilgi tahsili, halkın hayırlı işlere yöneltilmesi ve bunun gibi, Allah Te’âlâ’nın ifasını emrettiği işler teşkil ediyordu, bunlar arasında “’ilim” tahsili, İslâmiyetin üzerinde durduğu en mühim meselelerden biri idi. Kur-ân ve hadîste, müslümanları “ilim”e teşvik eden, her müslüman erkek ve kadına “ilim” tahsil etmenin farz olduğunu belirten hükümler bulunuyordu. İlim, dinî ve İlâhî olduğu gibi dünyevî de olabilirdi. Dinî ve ilâhî ilimlerin yegâne kaynağı, hiç şüphe yoktur ki Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’dir. Allah, onu, bu dini tebliğ etmekle vazifelendirmiş, tebliğ işinin bitiminde de dinin ikmal olunduğuna son defa vahyettiği âyetle şehadette bulunmuştur. Bu bakımdan Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, başkalarına nazaran, dinî meseleleri en iyi bilen, en iyi tarif ve tavsif eden kimsedir. Onun dinî meseleleri açıklaması, ya mücerred haber vermek yolu iledir; yahutta bu haberleri, aklî delillerle teyîd eder ki, her iki hususu da, gerek Kur’ânda ve gerekse hadîste bol misalleriyle görmek mümkündür. Fakat hiç bir şüphe ve tereddüde mahal bulunmaması gereken şu hususa da işaret etmek yerinde olur: Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, dinî ve ilâhı meselelerde, her neyi beyan etmişse, onu, Rabbının kendisine vahyi ile beyan etmiştir. Kur’ân da bu hususa “Rasul kendi nefsinden konuşmaz; onun konuştuğu şey, sadece kendisine vahyolunan bir vahiydir” (Necm/53) âyetiyle şehadet etmiştir. Buna göre diyebiliriz ki, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in beyanına muhalefet eden bir kimse, hakikatte dine muhalefet etmiş olur. Muvafakati ise, yine dine muvafakat demektir. Ahmed îbn Hanbel, dinî meselelerde birbiriyle münakaşa eden çeşitli fırka ve mezheplere işaretle, onların “Kur’ân hakkında çeşitli görüşlere sâhip olduklarını, fakat hakikatte, Kitaba muhalefet ettiklerini ve bu muhalefette müttefik bulunduklarını” söyler ve sözlerine şöyle devam eder: “Onlar, sözün müteşabih olanlarıyla ihticac ederler ve sonra da bununla halkı doğru yoldan ayırırlar” (îbn Teymiye, Risâletu’l-Furkân (Mecmü’atu’r-resâ’il), s. 110) Bu açıklamadan şu neticeyi çıkarmak mümkün olur: Dinî meselelerde baş vurulacak yegâne merci, Kur’ân ve onun müfessiri olan Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’dir. Eğer Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, müteşabih olarak gelen âyetleri te’vîl etmişse -ki bunu Allah’ın kendisine verdiği ilme dayanarak te’vîl etmiştir- bu takdirde, ancak onun te’villerinin doğru ve Allah’ın murad ettiği manâya uygun olması gerekir. Fakat şu da var ki, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in müteşabih bir âyeti te’vili, başkalarına, o âyeti değişik manâlarda tevil etmeleri hakkını tanımaz. Çünkü onun tevili, dinde bir hüküm koymak manâsında olacağı için, başkasının bu hükme muhalif değişik teville başka hüküm ileri sürmesi düşünülemez. Eğer Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, müteşabih âyetlerden hiç birisini tevil etmemiş, veya açıklamamışsa, bunda yine Allah Te’âlâ’nın vahyine istinaden açıklamamıştır. Daha doğrusu kendisine bu hususta hiç bir bilgi verilmemiştir. Maamafih burada ikinci bir şık da düşünülebilir; bu da Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in, müteşabih âyetlerin tevillerini bildiği halde, her hangi bir hikmete mebnî açıklamamış olmasıdır. Fakat hangi şekilde olursa olsun, bu hususta müslümanlar için takip edilecek yol, yine de Nebi sallallahu aleyhi ve sellem tarafından gösterilmiş demektir; bu yol, müteşabih âyetlerin tevil edilmemesidir.”

İşte hadîsçileri, akaid meselelerinde ve bilhassa sıfatlar meselesinde müteşabih âyetleri kendi arzularına göre tevil ve tahrif etmemeye ve bu mesele ile ilgili olarak Kur’ân ve hadîste her ne gelmişse, onu, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’den işittikleri şekilde kabul ve muhafaza ederek, hiç bir ilâve ve eksiltme yapmadan nakletmeye sevkeden yegâne âmil, yukarıda belirtmeye çalıştığımız görüşler olmuştur. Hadîsçilerin bu konuda en meşhur mümessili olarak gördüğümüz Ahmed İbn Hanbel’in şu sözleri, yukarıdaki görüşleri aksettirmesi bakımından büyük ehemmiyeti hâizdir:

“Allah Te’âlâ, bizzat kendisinin, Kur’ânda kendisini ve elçisinin O’nu vasfettiği sıfatlardan başka sıfatlarla tavsif olunmaz. Bu hususta Kur’ân ve hadîsin dışına çıkılmaz. Biz şunu biliriz ki, Allah Te’âlâ’nın, bu sıfatlarla tavsifi haktır; bunda gerçeğe aykırı hiç bir husus yoktur ve manâsı, Allah Te’âlâ’nın, sözleriyle murad ettiği manâ olarak bilinir. Bununla beraber, O’nun esmâ ve sıfatlarıyla birlikte zikredilen mukaddes nefsi ve fiilleri bakımından hiç bir benzeri yoktur. Biz inanırız ki, O’nun hakikaten bir zâtı, hakikaten fiilleri vardır; keza hakikaten sıfatları vardır; fakat ne zatında, ne sıfatlarında ve ne de fiillerinde hiç bir şey O’nun benzeri, misli değildir. O, noksanlık ve hudûsu gerektiren her şeyden münezzehtir; kemale müstehaktır” (İbn Teymiye, Risâletu’l-Hamaviyye (Mecmû’atu’r-resâ’il), I. 428)

Görülüyor ki Ahmed İbn Hanbel, Allah Te’âlâ’nın zâtını, mahlukattan birinin zatına benzetmediği gibi, O’nun kendisini ve Nebisi’nin O’nu tavsif ettiği sıfatları da mahlûkatın sıfatlarına benzetmemekte, fakat bunları, Allah Te’âlâ’dan nefyetmek cihetine de gitmemektedir. Halbuki cehmiyye olsun, mutezile olsun, Allah’ın esmâ ve sıfatlarını nefyedenlerin, bu esmâ ve sıfatlara ancak mahlûkata bir takım isim ve sıfatlar manâsı verdikleri ve bunları, Allah’ın şan ve azametine lâyık isim ve sıfatlar olarak kabul edemedikleri anlaşılmaktadır. Nitekim, onlara önce bu manâyı verdikten sonra, verdikleri bu manânın mahlûkata lâyık olduğunu görüp, ya teville, yahut tahrif ve tahville Allah Te’âlâ’nın, bizzat kendisini Kitabında tavsif ettiği sıfatlarla tavsif edilemeyeceğini ileri sürmeleri ve sıfatları çeşitli yollarla O’ndan nefyetmeye çalışmaları bunun açık delili olarak görmek gerekir. Bu hususu biraz daha açıklamak icab ederse, meselâ, Allah Te’âlâ’nın Arş üzerinde istiva ettiğini bildiren Kur’ân âyetini işittiği zaman, bir cehmînin veya sıfatları nefyeden bir şahsın zihnî faaliyeti şu yolda olmaktadır: Arşın semâ ve Allah’ın da Arş üzerinde istiva ettiği düşünülürse, semâ üzerinde yer alan Arşın, ya semâ büyüklüğünde ya da ondan büyük veya küçük olması gerekir; bu üç şık dışında başka bir durum düşünülemez. Keza Arş üzerinde istivâ etmiş olan Allah Te’âlâ için de durum aynıdır: O, Arş üzerinde istivâ ettiğine göre, bu yer bir serir veya bir minder olsa gerek ve Allah Te’âlâ, bu seririn üzerinde oturmuş istirahat veya işlerini tedvir etmektedir. Arşın semâ üzerindeki durumu gibi, Allah’ın Arş üzerindeki durumu da üç şıktan hali değildir: Allah, üzerinde istiva etmiş olduğu Arştan ya büyüktür, ya küçüktür, ya da aynı büyüklüktedir; fakat bütün bunlar Allah Te’âlâ için doğru değildir. Çünkü Kur’ânın da belirttiği gibi “hiç bir şey, O’nun misli ve benzeri değildir”. O halde, Allah Te’âlâ’nın Arş üzerinde istiva ettiği şeklinde gelen âyetin zâhirî manâsıyla kabulü doğru olmaz. Binaanaleyh, âyette zikri geçen “istiva” kelimesini, hakiki manâsıyla değil, fakat onu tevil ederek, teşbihe yol açmayacak başka bir manâ ile kabul etmek gerekir.

Görülüyor ki bir cehmî veya mutezilîyi, Allah’ı mahlûkatından hiç birine benzetmemek için, zâhirî manâsı teşbihe delâlet eden âyetleri tevile yönelten âmil, mezkûr sıfatlar karşısında, mahlûkatın sıfatlarından başkasını düşünememesi ve bunları, insanların sıfatlarıyla karşılaştırıp mukayese etmesidir. Arş üzerinde istivâyı, ancak insanın minder üzerindeki oturuşu keyfiyetiyle anlayabilmektedir; “yedu’llah” veya “vechu’llah”, ona, kendi taşıdığı “el” ve “yüz” den başka bir şey ifade etmemektedir. Kezâ “Alim”, “Semi”, “Basır”, “Kâdir” gibi sıfatlar da ona, insanların çeşitli hususiyetleriyle birlikte ârızî olarak sâhip oldukları ilim, işitme, görme ve kaadir olma sıfatlarından başka bir şey hatırlatmamaktadır. O halde kendisinde bu çeşit zihnî faaliyetlere yol açan âyetlerin hakiki manâlarıyla kabulü, teşbih ve tecsime de müncer olduğu için, yanlıştır, hattâ küfürdür.

Halbuki hadîsçilerin, bu çeşit sıfat âyetleri karşısındaki tutumları gayet basit olmuştur. Ahmed İbn Hanbel’in, yukarıda naklettiğimiz bir sözünden de anlaşıldığı gibi, Allah Te’âlâ, Kur’ânda kendisini nasıl vasfetmişse, O öyledir. O kendisine “yed”, “vech”, “ayn” gibi bazı sıfatlar izafe etmiştir, kendisinin Arş üzerinde istiva ettiğini bildirmiştir; sonra da “leyseke mislihi şey’ ” demek suretiyle, hiç bir şeyin kendisine benzer olmadığını haber vermiştir. O halde kendisi için isbat ettiği “yed”, “vech, “ayn” ve “istiva”, elbetteki insanların el, yüz ve gözleriyle bir minder üzerindeki oturuşlarının aynı olmayacaktır. O kendisi için bu sıfatları isbat etmişse, elbette ki bunlar kendisine, kendi şan ve azametine lâyık olacaktır.

Allah Te’âla, bu sıfatları isbat ederken onların keyfiyetlerini bize bildirmemiştir; Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’de bu hususta hiç bir açıklama yapmamıştır. O halde insan bunların keyfiyetini idrak edemez. Kendisine verilen akıl sınırlı olduğu için araştırmakla bu keyfiyeti bilmeye, yani Allah Te’âlâ’nın zâtı ve sıfatları hakkında Kur’ân ve hadîste bildirilenden fazlasını öğrenmeye kaadir değildir. Binaanaleyh, “yedu’llah”, bilâkeyf “yedu’llah” tır; “vechu’llah”, bilâkeyf “vechu’llah”tır.

Hadîsçilerin, genel olarak, sıfatlar hakkındaki görüşlerini inceledikten sonra, burada, bazı hadîs imamlarından bu konuda rivayet edilen sözlerini nakledeceğiz. Bu sözler, yukarıdaki açıklamamızın delilleri olacaktır.

Rabi’a İbn Ebi Abdu’r-Rahman (Vefatı Hicri / 136 – Miladi / 753)

Zamanının meşhur fakîhlerinden biri idi. Fıkıhta re’y taraftarı olduğu için Rabı’atu’r-Re’y ismiyle şöhret kazanmıştır. Enes İbn Mâlik, es-Sâib îbn Yezıd, Hanzala İbn Kays ve Sa’id İbnu’l-Museyyib gibi şahabı ve tâbi’ılerden hadîs rivayet etmiş meşhur bir tâbi’idir. “Zamanında Amr İbn ‘Ubeyd ve Vâsıl îbn Atâ zuhur ederek Basra’da halkı itizal ve kadere, Horâsân’da Cehm İbn Safvân Allah Te’âlâ’nın ta’tiline ve Kur’ânın mahlûk olduğu görüşüne davet etmeye başlamışlar, yine Horâsân’da da Cehm’e karşı çıkan müfessir Mukâtil İbn Suleymân, sıfatların isbatında, tecsîm ve teşbihte ifrat derecede görüşler ileri sürmüştür. Bunlara karşı tâbi’ün uleması ve selef imamları harekete geçerek halkı bu gibi kimselerin bid’atlarından sakınmaya davet etmişlerdir. Bu maksatla hadîs kitaplarının tedvini başlamış, tasnif gün geçtikçe çoğalmıştır. Daha önceki devirlerde sahabe ve tâbi’ünun ilmi göğüslerde mahfûz bulunuyordu” (ez-Zehebi, Tezkiretu’l-huffâz, I. 159-60)

Ez-Zehebi’nin kısaca tasvir ettiği böyle bir devirde yaşamış olan Rabı’a, “istivâ”nın keyfiyetini soran bir kimseye şu cevabı vermiştir: “İstiva meçhul, keyf makul değildir. Risalet Allah’tandır; Rasûle bunun tebliği, bize de tasdik ve imam vâcibtir.”(el-Beyhaki, el-Esmâ ve’ş-şif ât, s. 408-9; ez-Zehebı, Tezkira, I. 158)

el-Evzâ’ı Abdu’r-Rahman İbn Amr (Vefatı Hicri / 157 – Miladi / 773)

Atâ İbn Ebi Rabâh, Şeddâd İbn Ammâr, Rabi’a İbn Yezid, ez-Zuhri ve daha bir çok kimselerden hadîs rivayet etmiş meşhur bir imamdır. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in hadîslerine bağlılığı ile şöhret kazanmıştır. Bu hususta şöyle derdi: “Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’den sana bir hadîs ulaştığı zaman, bundan başka bir söze dayanarak hüküm vermekten sakın; zira Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, ancak Allahın bildirdiğini tebliğ eder.” (Tezkira, I. 180)

Sıfatlar hakkında ise, el-Evzâ’ıden şu haber rivayet edilmiştir: “Biz ve bütün tâbi’îler, Allah Te’âlâ’nın Arş üzerinde olduğunu söyler ve sıfatlar hakkında Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen haberlere inanırdık” (el-Esmâ5 ve’ş-şıfât, s. 408; Tezkira, I. 179-80) el-Velid îbn Müslim’de bize şu haberi vermektedir. “el-Evzâ’ı, Mâlik, Sufyân es-Sevri ve el-Leys İbn Sa’d, zahirî manâları teşbihe delâlet eden âyet ve hadîsler hakkında soruldukları zaman şu cevabı veriyorlardı: “Onları geldikleri şekilde, bilâ keyfiye kabul ediniz” (el-Esmâ’ ve’ş-şıfât, s. 453)

Mâlik İbn Enes (Vefatı Hicri / 179 – Miladi / 795)

Fıkıh bâblarına göre tasnif edilmiş Muvattâ’ isimli meşhur hadîs kitabının sâhibi ve kendi ismi üzerine teessüs etmiş olan Mâliki mezhebinin imamıdır. Yukarıda el-Evzâi ile ilgili olarak el-Velid İbn Müslim’in haberine ilâveten Abdullah İbn Yehb ve Yahya îbn Yahya’nın aynı manâda gelen şu haberlerini zikredebiliriz: “Mâlik İbn Enes’e bir adam gelerek “er-Rahmânu ala’l-Arşi’s-tevâ” âyetini okumuş ve “istivâ”nın keyfiyetini sormuştur. Mâlik, başını bir müddet önüne eğerek düşünmüş, sonra da şu cevabı vermiştir: “İstiva meçhul, keyf makûl değildir; buna inanmak vâcib, sual sormak ise bid’ attır. Sen bir mübtedi’den başka bir şey değilsin.” Mâlik İbn Enes, bu sözleri söyledikten sonra, orada bulunanlara adamın dışarı çıkarılmasını emretmiştir” (el-Esmâ’ ve’ş-şıfât, s. 408; Tezkira, I. 209; ez-Zehebî, Kitâbu’l ‘uluv (Menâr mecmûasmda neşredilmiştir) bak: XVII. 661-62) Mâlik İbn Enes’e göre Allah Te’âlâ semâda ve ilmi her mekândadır. (Tezkira, I. 209)

Şurayk İbn Abdillah (Vefatı Hicri / 177 – Miladi / 793)

Câmi’ İbn Şeddâd, Câmi’ İbn Ebi Râşid, Seleme İbn Kuheyl, Ebû İshâk ve Ziyâd İbn Alâka gibi bir çok kimselerden hadîs rivayet etmiş meşhur bir imam ve fakîhdi. Abbâd İbnu’l-Avvâm’dan rivayet edildiğine göre, bir gün bu hadîsçi, Şurayk’a, mutezileye mensûb bazı kimselerin sıfatlarla ilgili hadîsleri reddettiklerini söylediği zaman, Şurayk, ona bu konuda on kadar hadîs rivayet ederek şöyle demiştir: “Biz, bu dinimizi tâbi’ündan aldık; tâbi’ün ise Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabından almıştır; peki bunlar kimden aldılar?” (el-Esmâ’ ve’ş-şıfât, s. 451) Şurayk, bu sözüyle, sıfatlarla ilgili hadislerin de diğer dinî meseleler gibi, tâbi’ün ve sahabe tarafından Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’den nakledildiğini ve bunlara da inanmanın gerekli olduğunu belirtmek istemiştir.

Abdullah İbnu’l-Mubârek (Vefatı Hicri / 181 – Miladi / 797)

Baba tarafından Türk olduğunu kaydeden ez-Zehebî’nin ifadesine göre Abdullah İbnu’l-Mubârek, İmam, Hâfız, Allâme, Şeyhu’l-İslâm, mücahidlerin mefhari, zâhidlerin kudvesi olan bir kimse idi (Tezkira, I. 274) Kendisine “Rabbımızı nasıl biliriz?” denildiği zaman, Allah Te’âlâ’nın, yedinci semâda Arş üzerinde olduğunu söylemiştir. Ona bu suali soran kimsenin, cehmiyyenin aynı fikirde olmadıklarını ve bunun başka manâ ifade ettiğini ileri sürdüklerini söylemesi üzerine de şu cevabı vermiştir: “Biz cehmiyyenin söylediklerini değil, Kur’ân ve Sünnette her ne gelmişse onu söylüyoruz. Aynı haberin bir başka rivayetinde İbnu’l-Mubârek, eliyle yeri işaret ederek “biz, Allah Te’âlâ’nın burada olduğunu söylemeyiz” demiştir. (el-Esmâ’ ve’ş-Şıfât, s. 427)

Allah’ın nüzûlu, yani yer semasına inişi ile ilgili olarak, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet edilen hadise istinaden “nasıl iner?” diyen ve nüzûlün keyfiyetini soran bir kimseye önce “sözlerin kendi ef’âl ve harekâtınla ilgili olsun; Allah’ın fiillerini kontrol etmekle mükellef değilsin” manâsına gelen farsça bir ibare ile cevap vermiş sonra da, “Allah nasıl dilerse öyle iner” demiştir. (Aynı eser, s. 453) Abdullah İbnu’l-Mubârek, bu ifadesiyle, Allah Te’âlâ’nın sıfatlarıyla ilgili olarak gelen haberlerin, mahlukatın fiil ve hareketlerine kıyasla değerlendirilmemesi gerektiğini açıklamıştır. Mezkûr hadîste ifade edilen Allah’ın arz semasına nüzûlü, şüphesiz cisimler için bahis konusu olan yüksekten aşağı iniş veya alttan yukarı intikal gibi manâları taşımaz; Allah’ın nüzûlü, kendi kudretine, şan ve azametine lâyık olan bir nüzûldür. Hiç kimse bunun keyfiyetini araştırmakla mükellef değildir. Aksine “Allah Te’âlâ, bu çeşit haberlerin zâhirine inanmayı, bâtınına inmemeyi emretmiştir; zira bunlar müteşabih cümlesindendir. Bu hususta Kur’ânda şu âyet vârid olmuştur: “O Allah’tır ki sana Kitabı inzal etti. Bu Kitabta, onun aslı olan muhkem âyetler vardır; diğerleri ise, müteşabih âyetlerdir” (Âli İmrân sûresi 7) Muhkem âyetler, ilmi hakîkiyi ve ameli intac eder; müteşabih âyetlerle de îman ve zâhiri ile amel vâki olur; bâtını ise, Allah’a tevkîl olunur. Bu hususu “(müteşabih âyetin) tevilini yalnız Allah bilir” ibaresi ifade eder. (Bak: Aynı âyetler) “İlimde rusûh bulanlar da, biz ona inandık, hepsi de Rabbımızdandır. demekten haz duyarlar” (Aynı âyetler. el-Hattâbı, Ma’âlimu’s-Sunen, IV. 331)

Sufyân İbn Uyeyne (Vefatı Hicri / 198 – Miladi / 813)

Amr İbn Dınâr, ez-Zuhrî, Ziyâd İbn Alâka, el-Esved İbn Kays, Zeyd İbn Eslem gibi bir çok meşhur imamlardan hadîs dinlemiş, eş-Şâfi’i, Ahmed İbn Hanbel, Yahya İbn Maîn ve İshak İbn Râhüye gibi şeyhlerin de imamı olmuş meşhur bir hadîsçi idi. Sıfatlar hakkında kendisinden şu haber rivayet edilmiştir: “Allah Te’âlâ’nın, Kitabında kendisini tavsif ettiği sıfatlarının tefsiri, sıfat âyetlerinin tilâvetidir. Allah azze ve celle ve Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem’den başka hiç kimse, bu âyetleri tefsir etmek hak ve salâhiyetine sâhip değildir. (el-Esmâ’ ve’s-sıfât, s. 409-429)

İmam eş-Şâfi’î (Vefatı Hicri / 204 – Miladi / 819)

İmam eş-Şâfi’den bu konuda nakledilen haber, hadîsçilerin görüşlerini formüle etmesi bakımından büyük bir değer taşımaktadır. eş-Şâfi der ki: “Benim üzerinde bulunduğum, Sufyân, Mâlik ve diğer hadîsçilerin de üzerinde bulunduklarını gördüğüm Sünnet hakkındaki söz, Allah’tan başka İlâh olmadığına, Muhammed’in O’nun elçisi olduğuna, Âllah’ın semada Arşı üzerinde bulunduğuna, mahlukatına dilediği şekilde yaklaşacağına ve istediği şekilde dünya semasına ineceğine şehadetle ikrardan ibarettir. (ez-Zehebî, Kitâbu’l-’Uluv (el-Menâr) XVII. 661-2)

Ahmed îbn Hanbel (Vefatı Hicri / 241 – Miladi / 855)

Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetine şiddetli bağlılığı ile şöhret kazanmış olan bu büyük İmamın sıfatlar hakkındaki görüşü, diğer hadîsçilerin görüşlerinden farklı değildir. Cehmiyyeye karşı giriştiği savaşla da meşhur olan Ahmed îbn Hanbel’in bu konudaki görüşünü, yukarıda îbn Teymiyye’den naklen zikretmiştik. Buna ilâveten, Arş hakkında kendisine sorulan bir suale verdiği cevabı da burada misal olarak gösterilebilir. Bu cevapta Ahmed îbn Hanbel, Allah Te’âlâ’nın yedinci semada Arş üzerinde bulunduğunu, hangi cihetten olursa olsun mahlukatına benzemediğini, hiç bir şeyin, O’nun ilmi haricinde kalmadığını belirtmiştir. (Aynı eser, XVII. 783)

Sıfatlar hakkında, hadîsçilerden rivayet edilen haberler, şüphesiz bunlardan ibaret değildir. Biz, burada bunlardan bazı örnekler vermekle iktifa ettik.”Prof. Dr. Talat Koçyiğit

Paylaşmak için tıklayın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: Content is protected !!